19 Aralık 2010 Pazar

Ebru'nun kaleminden....HERKES OLUR BIR SEKILDE...

HERKES ÖLÜR BİR ŞEKİLDE

Herkes ölür bir şekilde

Kimi bir sözcükle, kimi bir lafla

Kimin ölümü bir dakika sürer

Kiminin ki bir ömür

Kimini zaman öldürür, kimini insan…

Kimi suların kayaları aşındırdığı gibi aşındırır seni senelerce

Kimi hançeri saplar bir seferde kalbine

Ama bir şekilde ölür insan…

Kimini hastalık öldürür, kimini hasret

Kimini de yalnızlık

Ama bir şekilde ölür insan

Yaşarken eceli gelmeden çoğu zaman…


Ortalık bir anda buz kesmişti. Çıt çıkmıyordu salonda. Herkes onun
annesine son vedasında sevgi ve özlem dolu cümleler kuracağını sanmıştı. Hep öyle olmaz mıydı? Ne kadar sevmezsek sevmeyelim bir iki güzel söz söylenirdi gidenin ardından. Hem de zamanında bu kadar tanınmış bir aktris olan annesinin ardından. Şimdi bu şiir de neyin nesiydi? Nasıl bir anlam yüklüydü mısralarında.?

Ada utanarak, sıkılarak çıktığı bu kürsüden, sanki bir zafer kazanmışcasına gururla indi. Annesiyle yaşarken yapamadığı hesaplaşmayı sonunda yapmıştı kendi uslubuyla. Annesi gibi kalabalıklara alışık değildi. Salonu doldurmuş insanların arasından süzülerek, hızla dışarı çıktı.

Her şey arkasında kalmıştı. Bir devir kapanmıştı bugün. Annesinin ölümüyle, kendi yaşamı başlamıştı bir bakıma. Annesiyle birlikte bütün kötü hatıralarını da gömmüştü bu sabah.

Kapının önünde onu bekleyen cipe bindi.“Bir an önce gitmeni istiyorum buradan, bu hayattan, bu şehirden” diye söylendi eşine.

“TK 7202 sayılı uçakla Paris’e gidecek yolcuların bagaj kontrolünden geçerek 302 no lu kapıya gitmeleri rica olunur” anonsuyla yerinden sıçradı. “Ohh! Kurtuluyorum sonunda, annemi de senelerce içinde barındırmış bu şehirden” diye düşündü içinden. Küçük yaşlarda ayrılmıştı buralardan. Bütün çocukluğu ve gençliği özlem içinde geçmişti yatılı okullarda. Özleye özleye, sevdiğini unutmuştu bu şehri. Daha 7 yaşındayken babasını kaybettiği o üzücü kazanın ardından git gide içine kapanmıştı. Her zaman babasıyla birlikte geçirdikleri zamanları özlüyor, hayalinin git gide bulanıklaşması onda onarılmayacak yaralar açıyordu. Her gece rüyalarına girmesi için dua ediyordu. Sürekli babasından bahsettiriyordu bitmek bilmez enerjiyle dadısına.

Annesinin ise hiçbir zaman babasını anlatacak vakti yoktu ona. Hep yetişmesi gereken bir film çekimi ya da katılması gereken bir kokteyl vardı. Ya kuaförde geçerdi tüm günü ya da güzellik salonlarında.

Çok güzel bir kadındı annesi. Bembeyaz cildinin üzerine oturtulmuş kocaman mavi gözleri, kömür karası saçları, suratına bakan herkesi kıskandıracak kadar biçimli bir burnu vardı. Tüm gününü o salonlarda geçirmesine gerek yoktu. Aynı kuaförden çıkmış saçlar, abartıyla sürülen boyalar, birbirine benzeyen kıyafetler arsında silinip gidiyordu güzelliği kamera karşısında ona göre.

Kendi de biliyordu annesi kadar güzel olmadığını. Ne yaparsa yapsın yola sokamadığı kabarık saçlar, o çipil çipil gözler, defalarca düzeltilmesine rağmen asla suratına uyum sağlamayan o garip burnu babasından mirastı ona. Annesine hiçbir zaman sevmediği babasını hatırlatıyordu.

“Ada, artık uçağa binmemiz lazım” diye uyardı kocası bir anda.

Yerinden kalmaya mecali yoktu. Tüm anıları son bir kere gözden geçirmek istiyordu. Bir daha hatırlamamak üzere son bir kere yüzleşmek.

“Peki gidelim artık” diye sessiz, cılız bir ses çıktı boğazından.

Uçağa doğru ilerlerken gerçekten her şeyi geride bırakıp bırakamayacağını düşündü derinlerde bir yerlerden…

Bulutlar ona hep babasını hatırlatırdı.Küçükken bahçede oynarken dadısı ne zaman onu hüzünlü görse, bulutları göstererek bak baban orada görüyor musun, bir öpücük gönder diye neşelendirmeye çalışırdı Ada’yı.Uçağın camından bulutlara baktı.Her zaman olduğu gibi acı acı gülümsedi.Babamın yaşadığı şehrin bulutları diye düşündü..

Aslında uçak yolculuklarını sevmezdi. Ona hep terk edilişleri hatırlatırdı. Gidilen uzaklar. Dönülmeyen uzaklar…Babasız ilk defa 12 yaşında binmişti uçağa; annesinin ayarladığı yatılı okullardan birine gitmek üzere. Ne kadar acıydı. Annesinin evladını okula yazdırmaya bile vakti yoktu…Dayısı ile göndermişti onu.Bu terk edilişinin en hüzünlü olan resmiydi, hatıralarında kalan.

İlk senelerde yazları bir ay eve dönerdi, evi diyemeyeceği kadar soğuk ve ruhsuz olan o taş binaya. Her gelişinde babasının hatıralarının biraz daha silindiğini gördükçe kahrolurdu. Daha da uzaklaşırdı hiç bağlanmadığı annesinden.

Son gelişinde bir gece uyku tutmamıştı. Koridorda dolaşırken, evde yabancı bir erkeğin sesini fark etti. Sessizce yaklaştı odaya. Bağıran kadın, annesinin sesiydi.

“Seninle beraber planlamıştık bu evliliği. Ben bedenimi ortaya koyacaktım, sende ruhunu. Yoksa nasıl yaşardık zamanında hayalini bile kuramayacağımız bu zenginliği? Nasıl sahip olurduk böyle bir itibara? Ne için senelerce o çirkin adama karılık, ondan daha çirkin olan kızına da analık yaptım? Ne için…..?”

Kulaklarına inanamıyordu. Duydukları sürekli beyninde çınlıyordu.
Ne için senelerce o çirkin adama karılık, ondan daha çirkin olan kızına da analık yaptım? Ne için?…..Ne için?.....
Konuşmanın devamını dinlemeye içi el vermedi. Sanki onu annesi doğurmamış gibi konuşuyordu. Sanki babasıyla birlikte sunulan bir pakete dahildi kendisi. Babasıyla yaptığı zoraki evliliğin acı bir meyvası olarak görüyordu onu; hiçbir zaman tadını beğenmediği. Bu kadar iğrenç bir kadının kızı olmak kendisinin de tercihi değildi zaten. Bu onu yaşarken son görüşüydü.

Tekrar bulutlara daldı. Ettiği susma yemini geldi aklına. Hiç bir zaman annesiyle yüzleşmemişti. Ondan kaçabildiğince uzaklara kaçarak başa çıkmıştı bu acıyla. Babasının arkasından çevrilen oyunlar herkes tarafından öğrenilirse, babasının bu hayatta üzülmüş olabileceğinden kat be kat üzüleceğine olan inancı, vicdan azabı çekmesini engellemişti.

Uçak kalkmaya hazırdı. Koltuğunu düzleştirdi, kemerini bağladı. Son kere bulutlara baktı. Bir öpücük gönderdi sonsuzluğa. Sıkıca kocasının elini tuttu...Ona doğru uzanarak “kızımızı çok özledim” diye fısıldadı kulağına.

1 yorum: