Okuduğum şeylerin altını çizmek yetmiyor.

O sihirli cümleler, benzetmeler, kitapların içinde kalıyor, kaybolup gidiyor.

Oysa çıkarıp alasım geliyor onları.

Benim olsunlar istiyorum.

Gözümün önünde dursunlar....................

Bu Blogda Ara

19 Aralık 2010 Pazar

Ebru'nun Kaleminden....KAPKARANLIK....

Kapkaranlık bir otel odasındayım şimdi. Sisli, yağmurlu hava hüznüme eşlik ediyor.
Oysa buraya; senelerdir birlikte yaşadığımız evden uzaklaşmak, onu düşünmemek, her kapı çalışında gelen o mudur? diye hayal etmemenin, bana iyi geleceğine inanarak gelmiştim. Kafamı oyalayacak başka şeyler bulacaktım. Ama günlerdir bu odadan dışarı çıkmadım. Hayatta kalmak için zorla ağzıma sokuşturduğum birkaç lokma hariç, doğru düzgün bir şey de yemedim. Elimde sigaram, yağan yağmuru izliyorum. Kafamda bin bir düşünce, birbiriyle dans ediyor. Geleceğimi şekillendirmek yerine, geçmişteki soruların cevaplarını bulmaya çalışıyorum hala. Çok üzgünüm ama ağlamak için de bir sebep bulamıyorum. Bir gün bunların olacağını bildiğim ama hiç oralı olmadığım düşüncesi beni deli ediyor.

Yalnızım, üzgünüm ve karmakarışığım…
Daha birkaç ay öncesine kadar, ne kadar da farklıydı hayatım.
Her şey mantık çerçevesinde, dengeyle ilerliyordu. Belki harikalar diyarında değildim ama canımı sıkacak kadar da dertlerle boğuşmuyordum. Her mutluluğun içinde az da olsa hüznün barındığını biliyordum daha önceki deneyimlerimden. Ama nasıl her şey böyle bir anda değişti, ben bile anlayamadım. Gerçek; bıçak darbesi gibi aniden bedenime saplanmıştı. Hem de hiç ummadığım, her şeyi yoluna koyduğumuzu düşündüğüm bir anda.

Her şey o gün başlamıştı. Hissetmiştim o günün normal günlerden farklı olacağını. Hiç hareket etmeyen, süs gibi duran kedimiz bile, o günün getireceği kargaşaya kendini hazırlarcasına koşuşturup duruyordu ortalıkta. Ahmet’ in uyanır uyanmaz, hazırladığı kahvenin kokusu da yoktu. Her sabah, son sesine kadar açıp seyrettiği haberlerin sesini bile özlemiştim daha şimdiden.

Evet; yine gitmişti, biliyordum. Bu ilk gidişi değildi ama son olacağını tüm varlığımla hissediyordum. Her seferinde bir kere daha denemeliyiz dediğimiz ilişkimiz, son bir şansı hak etmiyordu artık. Dün gece ki tartışmamızda, her zaman kendini savunan adamdan farklı bir adam vardı karşımda. Son derece kararlı ve soğuk. Özenli kelimeler seçmiyordu artık. Beni üzmemek için takındığı o ifadeden de eser yoktu yüzünde. Yatağımda kıvrılmış ağlarken, son hatırladığım şey yastığını alıp, yan odaya gidişiydi.

Evet belki birbirimize çok aşık olarak başlamamıştı ilişkimiz. Birbirimizi görür görmez çarpılmamıştık. Ama bir zorlamada yoktu ortada. Aynı iş yerinde çalışan, birbirine saygılı iş arkadaşlarıydık başta. Zamanla keşfettik birbirimizi. Aynı saatlerde girip çıkıyorduk şirkete. İş çıkışı aynı yerlerde karşılaşıyorduk. Kahveyi bile sütlü ve şekersiz seviyorduk ikimizde. Hatta bir tatilde aynı otelde kaldığımızı fark edince çok gülmüştük. Zamanla ısınmıştık birbirimize. İsteklerimiz, beklentilerimiz, doğrularımız bile aynıydı.

Belki de her şey fazla normal , fazla olması gerektiği gibiydi.Tehlike barındırmıyordu ilişkimiz.Hani o aşkın gelgitleri, dengesizlikleri, sırları yoktu aramızda.Bir doktorun hastasıyla ilişkisi gibi açık ve nettik birbirimize.Kısacası aşkın o büyüsü çevrelemiyordu evliliğimizi.İşte bütün sorunda buydu zaten…Benim senelerdir görmezlikten geldiğim, onun da hissetmemesi dua ettiğim…..

Canım önünde yağan yağmura izlerken tekrar düşüncelere daldım.
Ben de, o olması gereken tutkunun yokluğunu hissetmiyor değildim. Ama böyle sağlam dengeler üzerinde oturmuş bir birlikteliğin hiç sarsılmayacağına olan inancım, ilişkimi irdelememi engelliyordu. Hayat hep böyle akar gider zannediyordum. Ne kadar da yanılıyordum !

Birinin gelip, beni teselli etmesini istiyordum. Ama bildiğim şeyleri, başkalarının ağzından da dinleyecek kadar güçlü değildim…
Güçsüzdüm, yorgundum, çaresizdim…

Ebru'nun kaleminden....HERKES OLUR BIR SEKILDE...

HERKES ÖLÜR BİR ŞEKİLDE

Herkes ölür bir şekilde

Kimi bir sözcükle, kimi bir lafla

Kimin ölümü bir dakika sürer

Kiminin ki bir ömür

Kimini zaman öldürür, kimini insan…

Kimi suların kayaları aşındırdığı gibi aşındırır seni senelerce

Kimi hançeri saplar bir seferde kalbine

Ama bir şekilde ölür insan…

Kimini hastalık öldürür, kimini hasret

Kimini de yalnızlık

Ama bir şekilde ölür insan

Yaşarken eceli gelmeden çoğu zaman…


Ortalık bir anda buz kesmişti. Çıt çıkmıyordu salonda. Herkes onun
annesine son vedasında sevgi ve özlem dolu cümleler kuracağını sanmıştı. Hep öyle olmaz mıydı? Ne kadar sevmezsek sevmeyelim bir iki güzel söz söylenirdi gidenin ardından. Hem de zamanında bu kadar tanınmış bir aktris olan annesinin ardından. Şimdi bu şiir de neyin nesiydi? Nasıl bir anlam yüklüydü mısralarında.?

Ada utanarak, sıkılarak çıktığı bu kürsüden, sanki bir zafer kazanmışcasına gururla indi. Annesiyle yaşarken yapamadığı hesaplaşmayı sonunda yapmıştı kendi uslubuyla. Annesi gibi kalabalıklara alışık değildi. Salonu doldurmuş insanların arasından süzülerek, hızla dışarı çıktı.

Her şey arkasında kalmıştı. Bir devir kapanmıştı bugün. Annesinin ölümüyle, kendi yaşamı başlamıştı bir bakıma. Annesiyle birlikte bütün kötü hatıralarını da gömmüştü bu sabah.

Kapının önünde onu bekleyen cipe bindi.“Bir an önce gitmeni istiyorum buradan, bu hayattan, bu şehirden” diye söylendi eşine.

“TK 7202 sayılı uçakla Paris’e gidecek yolcuların bagaj kontrolünden geçerek 302 no lu kapıya gitmeleri rica olunur” anonsuyla yerinden sıçradı. “Ohh! Kurtuluyorum sonunda, annemi de senelerce içinde barındırmış bu şehirden” diye düşündü içinden. Küçük yaşlarda ayrılmıştı buralardan. Bütün çocukluğu ve gençliği özlem içinde geçmişti yatılı okullarda. Özleye özleye, sevdiğini unutmuştu bu şehri. Daha 7 yaşındayken babasını kaybettiği o üzücü kazanın ardından git gide içine kapanmıştı. Her zaman babasıyla birlikte geçirdikleri zamanları özlüyor, hayalinin git gide bulanıklaşması onda onarılmayacak yaralar açıyordu. Her gece rüyalarına girmesi için dua ediyordu. Sürekli babasından bahsettiriyordu bitmek bilmez enerjiyle dadısına.

Annesinin ise hiçbir zaman babasını anlatacak vakti yoktu ona. Hep yetişmesi gereken bir film çekimi ya da katılması gereken bir kokteyl vardı. Ya kuaförde geçerdi tüm günü ya da güzellik salonlarında.

Çok güzel bir kadındı annesi. Bembeyaz cildinin üzerine oturtulmuş kocaman mavi gözleri, kömür karası saçları, suratına bakan herkesi kıskandıracak kadar biçimli bir burnu vardı. Tüm gününü o salonlarda geçirmesine gerek yoktu. Aynı kuaförden çıkmış saçlar, abartıyla sürülen boyalar, birbirine benzeyen kıyafetler arsında silinip gidiyordu güzelliği kamera karşısında ona göre.

Kendi de biliyordu annesi kadar güzel olmadığını. Ne yaparsa yapsın yola sokamadığı kabarık saçlar, o çipil çipil gözler, defalarca düzeltilmesine rağmen asla suratına uyum sağlamayan o garip burnu babasından mirastı ona. Annesine hiçbir zaman sevmediği babasını hatırlatıyordu.

“Ada, artık uçağa binmemiz lazım” diye uyardı kocası bir anda.

Yerinden kalmaya mecali yoktu. Tüm anıları son bir kere gözden geçirmek istiyordu. Bir daha hatırlamamak üzere son bir kere yüzleşmek.

“Peki gidelim artık” diye sessiz, cılız bir ses çıktı boğazından.

Uçağa doğru ilerlerken gerçekten her şeyi geride bırakıp bırakamayacağını düşündü derinlerde bir yerlerden…

Bulutlar ona hep babasını hatırlatırdı.Küçükken bahçede oynarken dadısı ne zaman onu hüzünlü görse, bulutları göstererek bak baban orada görüyor musun, bir öpücük gönder diye neşelendirmeye çalışırdı Ada’yı.Uçağın camından bulutlara baktı.Her zaman olduğu gibi acı acı gülümsedi.Babamın yaşadığı şehrin bulutları diye düşündü..

Aslında uçak yolculuklarını sevmezdi. Ona hep terk edilişleri hatırlatırdı. Gidilen uzaklar. Dönülmeyen uzaklar…Babasız ilk defa 12 yaşında binmişti uçağa; annesinin ayarladığı yatılı okullardan birine gitmek üzere. Ne kadar acıydı. Annesinin evladını okula yazdırmaya bile vakti yoktu…Dayısı ile göndermişti onu.Bu terk edilişinin en hüzünlü olan resmiydi, hatıralarında kalan.

İlk senelerde yazları bir ay eve dönerdi, evi diyemeyeceği kadar soğuk ve ruhsuz olan o taş binaya. Her gelişinde babasının hatıralarının biraz daha silindiğini gördükçe kahrolurdu. Daha da uzaklaşırdı hiç bağlanmadığı annesinden.

Son gelişinde bir gece uyku tutmamıştı. Koridorda dolaşırken, evde yabancı bir erkeğin sesini fark etti. Sessizce yaklaştı odaya. Bağıran kadın, annesinin sesiydi.

“Seninle beraber planlamıştık bu evliliği. Ben bedenimi ortaya koyacaktım, sende ruhunu. Yoksa nasıl yaşardık zamanında hayalini bile kuramayacağımız bu zenginliği? Nasıl sahip olurduk böyle bir itibara? Ne için senelerce o çirkin adama karılık, ondan daha çirkin olan kızına da analık yaptım? Ne için…..?”

Kulaklarına inanamıyordu. Duydukları sürekli beyninde çınlıyordu.
Ne için senelerce o çirkin adama karılık, ondan daha çirkin olan kızına da analık yaptım? Ne için?…..Ne için?.....
Konuşmanın devamını dinlemeye içi el vermedi. Sanki onu annesi doğurmamış gibi konuşuyordu. Sanki babasıyla birlikte sunulan bir pakete dahildi kendisi. Babasıyla yaptığı zoraki evliliğin acı bir meyvası olarak görüyordu onu; hiçbir zaman tadını beğenmediği. Bu kadar iğrenç bir kadının kızı olmak kendisinin de tercihi değildi zaten. Bu onu yaşarken son görüşüydü.

Tekrar bulutlara daldı. Ettiği susma yemini geldi aklına. Hiç bir zaman annesiyle yüzleşmemişti. Ondan kaçabildiğince uzaklara kaçarak başa çıkmıştı bu acıyla. Babasının arkasından çevrilen oyunlar herkes tarafından öğrenilirse, babasının bu hayatta üzülmüş olabileceğinden kat be kat üzüleceğine olan inancı, vicdan azabı çekmesini engellemişti.

Uçak kalkmaya hazırdı. Koltuğunu düzleştirdi, kemerini bağladı. Son kere bulutlara baktı. Bir öpücük gönderdi sonsuzluğa. Sıkıca kocasının elini tuttu...Ona doğru uzanarak “kızımızı çok özledim” diye fısıldadı kulağına.

28 Ekim 2010 Perşembe

AHMET ALTAN...

Tanrı, kadınlara geçmişi ve geleceği, erkeklere ise yaşadığı günü armağan etti, kadınlar geniş bir zamana yayıldıkları için huzursuz, erkekler daracık bir zamana sıkıştıkları için anlayışsız olurlar.

Tam Zamanında Yaşamak- CAN YÜCEL

Yemek de boş, içmek de,
Hatta yeri gelmeden sevişmek de.
Tam zamanında öpmelisin mesela güzel gözlünü,
Tam zamanında söylemelisin sevdiğini
Gözlerinin içine baka baka.

Bisikletinin gidonunu
Tam zamanında çevirmelisin
Düşmemek için.
Tam zamanında frene basmalı,
Tam zamanında yola koyulmalısın.

Tam zamanında okşamalısın başını
O üzüm gözlü çocuğun
Hıçkırıklar tam dizilmişken boğazına,
Tam ağlamak üzereyken.

Tam zamanında koymalısın elini omzuna
En sevdiğin dostunun babası öldüğünde.

Tam zamanında tutmalısın düşerken
Üç yaşındaki sehpaya tutunan çocuk.

Tam zamanında acımalı yüreğin
Afyon'da Hasan Ağabey' in evi yıkılınca başına
Evsiz kalınca çoluk çocuk
Ki uzatasın elini bir parça.

Tam zamanında açmalısın kapını
Hayatına girmek isteyenlere.
Tam zamanında çıkarmalısın
Sevginden şımarmaya başlayanları.

Tam zamanında affetmelisin kardeşini
Biliyorsan yüreğinde kötülük olmadığını
Seni gecenin üçünde arayıp da
Kafasının iyi olduğunu söylediğinde.

Tam zamanında öğretmelisin oğluna
Gerekiyorsa yumruk atmayı
Tam burnunun üstüne
Tiksinmeden pisliğinden,
Yukarı mahallenin sümüklü bebesi
Misketlerini zorla almaya çalışırsa.

Tam zamanında bağırmalısın
Acıyınca bir yerin.
Tam zamanında gülmelisin
Kemal Sunal küfür edince filmin bir yerinde.

Tam zamanında yatmalısın
Yola çıkacaksan ertesi gün
Ve arabayı kullanan sensen
Sana emanetse çoluk çocuk
Ve kendin.

Tam zamanında bırakmalısın içmeyi
Son kadeh bozacaksa seni
Ve üzeceksen birilerini
Ertesi gün hatırlamayacaksan.
Tam zamanında ayrılmalısın misafirliklerden.

Tam zamanında konuşmalı
Tam zamanında şarkı söylemeli
Tam zamanında susmalısın.

Tam zamanında terk etmelisin gerekiyorsa
Annenin babanın evini,
Tam zamanında başka bir şehre gidip
Ayaklarının üzerinde durmaya çalışmalısın.
Tam zamanında dönmelisin memleketine.

Tam zamanında için titremeli,
Tam zamanında aşık olmalı
Deli gibi sevmelisin güzel gözlünü.

Tam zamanında toplamalısın oltanı
Belki de seni şampiyon yapacak
En büyük balığı kaçırmadan.

Tam zamanında yaşlandığını hissetmeli
Tam zamanında ölmelisin
Iskalamak istemiyorsan hayatı.

Haydi şimdi kalk bakalım
Silkin şöyle bir
At üzerinden hayatın yorgunluğunu,
Vakit zannettiğinden daha az
Haydi kalk bakalım,
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI.....

18 Ekim 2010 Pazartesi

Bilgelik istedim! Tanrı bana çözmek için sorunlar verdi.

Zenginlik istedim! Tanrı, çalışmak için bana beyin ve güçlü kaslar verdi.

Cesaret istedim! Tanrı, üstesinden gelmem için bana tehlike verdi.

Sevgi istedim! Tanrı, yardım etmem için bana sorunlu insanlar verdi.

İyilik istedim! Tanrı bana fırsatlar verdi.

İstediğim hiçbir şeyi elde etmedim, ihtiyacım olan her şeyi elde ettim.

İstersem mutlu olacağımı öğrendim....

Hayatımda ilk önce sevmeyi öğrendim, çünkü sevdikçe kendimi
hissettiğimi gördüm.

Affetmenin ne olduğunu anladım ve affetmenin aslında yeni insanlar kazandırdığını gördüm.

Bir gün geçmişime baktığımda pişmanlıklarımdan üzülmediğimi gördüm, bunları ben yaşadım çünkü.

Birisini hatırlamanın aslında ufak bir telefon görüşmesi kadar basit olduğunu biliyorum artık.

Trafik ışıklarından geçerken omzumun üstünden şöyle bir baktığımı şehri terk etmeden yakaladım.

Aslında bana değer veren insanların çok yakınımda olduğunu fakat gözlerimin hep uzaklarda olduğunu anladım.

Birisini kırdıktan sonra özür dilemenin aslında beni ben yaptığını
anladım.

Sen benim için önemlisin cümlesinin verilebilecek en büyük hediye olduğunu buldum.

Bir yerden sonra kelimelerin mana ifade etmediğini biliyorum.

Sahilde yürür ve düşünürken birinin de beni düşündüğü duygusu beni sevindiriyor.

Mutlu olmanın aslında bir kedinin güzel bir anını yakalamak kadar basit olduğunu anladım.

Kaçırdığım fırsatların aslında bana yeni fırsatlar yarattığını gördüm.

Yıldızların benim için parladığını göremeyen gözlerim, gün geldi
hayatımdan kayan yıldızların gömüldüğü maziyi unutması gerektiğini anladım.

Gözlerin kelimelerden daha önemli olduğunu,ve yalan söylemediklerini biliyorum.

Hayatımda yanımda görmek istediklerimi yanımda göreceğim çünkü onlarında bana değer verdiğini biliyorum.

Telefonun 160 karakterine üzüntünün mutluluğun ve yıkıntının sığdığını gördüm.

Yaşamın yaşamaya değer olduğunu ve istersem mutlu olacağımı öğrendim.

26 Eylül 2010 Pazar

Ebrunun kalelimden.....SORULAR....

Farklilar mi zordur hayatta?

Yoksa zorluklar midir farkliyi yaratan???

Dusunceler mi dardir??

Yoksa darliklara mi sigmaz dusunceler???

Aykirilar mi siyrilir hayatta??

Yoksa hayata mi yenilir aykirilar???

Anlam mi onemlidir??

Yoksa onemli olanlardan mi cikar anlar???

Hissedilen mi gercektir???

Yiksa gercekler mi yaratir hisleri???

Bilinmeyen mi yonlendirir yasami???

Yoksa yasam mi uretir bilinmeyenleri??

Hic anlamadin mi bunlari???

Hic dusunmedin mi olanlari???

Yoksa hic yasanmamiscasina...

Kendinle hesaplasmadin mi????